Dağ Tenis


Mersin nostaljisi yazılarına devam edelim mi? Ben sizlerle eski Mersin sohbetleri yapmaktan müthiş keyif alıyorum. Sizlerden gelen tepkilere bakınca aynı şeyleri hissettiğimizi anlıyorum. Buyurunuz o hâlde.

Dağ Tenis’in benim yaşıtlarımın ve aynı kuşağa mensup olduğumuz ablalarımızın/abilerimizin hafızasında özel bir yeri vardır.
Tam adı Dağ Tenis Su Sporları Kulübü’dür
Kulüp, Çamlıbel’de şimdiki balık-ekmek yapan teknelerin hemen ön tarafında bulvar üzerindeydi. (Orduevi yerleşkesinin 100 metre doğusu).

Sizlere Dağ Tenis’te fiili olarak yaşadığım 1978-81 yılları arasındaki anılarımdan bazılarını anlatacağım. Önce kulübün fiziki yapısından biraz bahsedeyim.
Dağ Tenis’te bir voleybol sahası ve bir de tenis kortu vardı. Voleybol sahasında potalar da olduğundan file kaldırıldığında basketbol da oynanabiliyordu.
Bu spor alanlarına ilaveten çay bahçesi/kafe bölümüyle de hizmet veriyordu. Bu kafe sadece sporculara değil, dışarıdan gelenlere de açıktı. Bira servisi de yapılırdı. Özellikle spor yapan gençlerin ve arkadaşlarıyla buluşacak olanların uğrak yeriydi.

Esasında Dağ Tenis voleybolun çok baskın olduğu bir kulüptü. Basketbol da oynardık ama basketbol antrenmanı yaptığımızı pek hatırlamıyorum. Tenis de hatıralarımda hiç yer almıyor. Tenis hatıralarım çok sonraya ait.
Dedim ya asıl spor dalı voleyboldu Dağ Tenis’te. Voleybol antrenmanları yapılırdı. İddialı maçlar yapıldığını da hatırlıyorum. Takımlar bazen Kız Meslek Lisesi’nin yerleri parke olan kapalı spor salonunda da antrenman yaparlardı. Yaşım küçüktü fakat ben de aralarına katılır, servisle topu karşıya geçirmeye çalışırdım. 
Sene 1977-78, yaşım 11-12’ydi.

Bu antrenman yapan takımlardan sadece ikisi kalmış hatırımda: Dağ Tenis ve Soda. Dağ Tenis’in hem kız hem de erkek takımları amatör sporculardı. Soda da fabrikayla aynı adı taşıyan takımıydı ve onlar da amatördü. 
Soda’nın kız takımının olmadığını hatırlıyorum.

Bu takımlar maçlarını Kapalı’da (Edip Buran Kapalı Spor Salonu) yaparlardı. Maalesef karşılaştıkları rakip takımları hatırlayamıyorum.
Pazar günleri yapılan bu maçlara çok gitmişliğim ve tezahürat yapmışlığım vardır. Bazen çok çekişmeli, güzel maçlar da olurdu.
Yaşım 12-13.

***

Kulüp sporcularının antrenörleri de amatördü. Yani başka meslekleri olan fakat iyi voleybol oynayan ve bu işi de hobi olarak yapan abilerdi.
Antrenör abilerin kıdemlisi ve yaşça büyük olanı Erkan Abi’ydi (Günlü). Diğer iki abi ise Mersin’in yerli ailelerinden birine mensup iki kardeş olan Ahmet ve Mehmet Abi’lerdi (Debbağ).

Kız takımından ablam Selma, daha sonra SüreyyaHaniye (Ahmet ve Mehmet Abi’lerin kardeşi), Ümran aklımda kalanlar. Bir de Erkan Abi’nin kızı vardı, Deniz. O da ben yaşlardaydı ve benim gibi ortalarda takılırdı.

Erkek takımından hatırladıklarım Ahmet, Mehmet (Debbağ), adını çıkaramadığım ama çok sert servis ve kütlerinden dolayı lâkap takılmış olan, Fantoma. Debbağ’lar Soda’da oynamış da olabilirler.
Debbağ kardeşlerin küçük erkek kardeşleri İsmail (benden 4-5 yaş büyüktür) takımda mıydı yoksa sadece benim gibi antrenmanlara mı katılıyordu acaba? İsmail en son haber aldığımda nefis kerebiçler yapıyor ve dükkânında satıyordu.
Erkan Abi hocaydı ama herhalde takımda oynamıyordu. Zaten yaşı da herkesten bayağı büyüktü. Fakat Dağ Tenis’te kendi aralarında yapılan maçlarda oynardı. Çok iyi hatırlıyorum. 

Hatırlıyorum, çünkü Erkan Abi neredeyse dondurmama mal olacaktı. Bir gün kenardaki küçük tribünden maçı seyrederken bir yandan da kâsedeki dondurmamı yiyordum. 
Erkan Abi bir küt çaktı, müdafaa topu kaçırdı, top zıplayıp geldi ve tam da benim kâsenin üzerine oturdu. Kâse elimde top da onun üstünde.
Bu arada Erkan Abi sayıyı kazanmış ve servis atacak, acele ediyor, benim dondurma umurunda değil “Hadi atsana topu” diye seslendi. Maç önemli, hemen topu sahaya attım ve dondurmanın üzerini kaşıkla hafifçe sıyırarak yemeye devam ettim.
Dondurma bu, ziyan edilmez!

Son aldığım haberde Erkan Abi’nin vefat ettiğini duydum, umarım yanlış haberdir. Yaşıyorsa uzun ömürler, vefat ettiyse rahmet diliyorum.

Bu saydığım kişilerle ailece de ilişkimiz vardı. Birbirimizin evine gider gelirdik. Mesela Debbağ’ların babası Şehir Amca hâlâ aklımda. İsmini ilk duyduğumda çok şaşırmıştım.
Annelerini hatırlamıyorum. Şehir Amca’nın vefat ettiğini biliyorum. Allah rahmet eylesin.

Dağ Tenis’in voleybol etkinlikleri 1978’in sonbaharından sonra benim için biraz tavsadı.
Çünkü ablam Selma ve onun yakın arkadaşı Ümran (Akınan) üniversiteyi kazanarak Ankara’ya gittiler.
O dönem başka kızlar da takımdan ayrıldı mı bilemiyorum.
Artık voleybol antrenmanlarına gitmez olmuştum. Süreyya da bırakmıştı antrenmanları.

***

Zaten ben de spor olarak voleybolu seçmemiştim. Voleybolla biraz ilgilendim ama 1979 yılından yani 13 yaşımdan itibaren basketbola gönül verdim. O zaman orta son sınıftaydım. Ve ben, basketbolu çok sevdim.
Liseden itibaren de, ki 1980’e tekabül eder, voleybol antrenmanı yapılmadığı zamanlarda arkadaşlarla Dağ Tenis’te basketbol oynamaya başladık.

O kadar çok basketbol oynardık ki anlatamam, yeter ki boşta pota bulalım. Hem iki potayı da çok aramazdık, tek bir pota yeterdi; saatlerce, saatlerce koşturmamıza.

O dönem basketbol arkadaşlarım; Uğur (Sümen), Ceyar Adnan (Yüksel), Ergün (Eser), Mustafa (Akkurt), Fikret (Günay), Dede Mustafa.
İki Mustafa’yla maçtan maça görüşürdük ama diğerleriyle grup arkadaşıydık. Bu grup içinde üç arkadaşımız daha vardı. Halit (Sümen), Aytunç (Kından), Şeref (Tör).

Halit ağır abiydi (yani biraz kiloluydu); öyle top peşinde falan koşturmazdı. O işi bizlere bırakırdı. Herhangi bir spor yaptığını hiç görmedim. Yeme-içme işleri spor sayılırsa onu bilemem.
Aytunç, basketbolu kıvıramazdı. O yüzden sadece tavla oynayacağımız zamanlarda bize katılırdı.

Şeref ise güreş kontenjanından basketçiydi. Bize güreşçi olduğunu söylerdi. Fakat bir tek gün güreştiğini görmedik. Yaptığımız derin tahkikat neticesinde bu aslan parçasının babası tarafından Gözne çayırında bir defa güreştirildiğini öğrendik.
Güreştiğinde 5 yaşında mıymış, 7 yaşında mı öyle bir şey. 

Güreşçiliğine delil olarak da omuzlarının geniş olduğunu ve üçgen bir vücuda sahip olduğunu söylerdi sürekli.
Şeref’in geometriye bu düşkünlüğü hâlâ devam ediyor mu bilemiyorum. Şimdilerde vücudunu hangi geometrik şekille tarif ettiğini sormaya fırsatım olmadı.
Bu kadar çok takıldığım Şeref’le tam 40 senedir arkadaşız, 1979’dan beri; hatta 41. yıl da bitmek üzere. Şeref şimdilerde torun seviyor. Allah bağışlasın.

Boş zamanını bulunca bazen de Kapalı’da maç yapardık. Adnan’la komik bir hatıram var. Bir akşam üzeri Adnan ve adını hatırlayamadığım bir arkadaşı beni evden aldılar. Yanlarında Fikret de olabilir. Birkaç arkadaş bizi Kapalı’da bekliyordu. Basket maçı yaptık. Sonra baktık ki maç bizi kesmedi bir arkadaşın önerisiyle futbol da oynayalım dedik. Bizim için fark etmezdi. Futbol topu yoksa voleybol topuyla, o da yoksa son çare basketbol topuyla futbol oynardık.

Beni Adnan’la birlikte evden alan arkadaş biraz kiloluydu. Daha maça başlamadan ilk sözü “Bakın beyler ben futbolu haddinden fazla iyi oynarım” oldu. Niye “iyi” değil de “haddinden fazla iyi” anlayamamıştık ama bir şey de demedik.
Henüz top çevirirken bu oğlan ayağına gelen ilk topa basarak tepe takla yere düştü.
Artık düşünün şamatayı. Bir yandan gülüyorduk,  bir yandan da elemanla dalga geçiyorduk. “Haddinden fazla” lafı bir müddet dilllerde dolaştı.

Altıncı sınıfta yani lise 3’te ben, Ergün ve Fikret okul takımında oynamaya başladık. Oynardık oynamasına ama takımı doğru dürüst çalıştıran hoca yoktu. Yönetimin ve hocaların bu ilgisizliği nedendi bilinmez! Kapalı’da arada bir yapılan maçlara sıfır antrenmanla çıkardık. Diğer liselerle maç olduğunda hocaların akıllarına gelirdik. Çağırırlardı, gider oynardık. Şimdiki aklım olsa inanın bu ilgisizlik karşısında o maçlara çıkmazdım.
Okulda bazen okulun kız takımından Füsun (Aktuğ) (bizim sınıftan), Lâle ve Işılay’la (Dönertaş, ilkokul sınıf arkadaşım), (komşu sınıf; 5-6 Fen D) karma maçlar yapardık. Işılay benim ilkokuldan da arkadaşımdı. Diğer komşu sınıftan kız takımında oynayan Jale’nin bu maçlara katıldığını hiç hatırlamıyorum.

***
Bu erkek grubundan ben, Şeref, Fikret, Ergün bazı Cumartesi günleri Füsun, Yasemin (Özçelik), Hülya-Nur ( Tüzün) kardeşlerle kızlı-erkekli grup olarak da buluşurduk. Bu gruba bir-iki defa Saltanat’ın (Oymak) katıldığını da hatırlıyorum.
Ne mi yapardık? Bolca sohbet, müzik dinleme ve maalesef dans. Neden maalesef dediğimi aşağıda da bir cümleyle özetleyeceğim. Çünkü biz 4 kazma pek dans edemezdik! Pek mi?
Hiç, hiç! 
Felaket ki ne felaket!

Aslında bu durum ilginçti. Hepimiz de spor yapıyor, basketbol oynuyorduk. Vücutlarımız, kaslarımız esnek ve kıvraktı. Fakat bu dans işi olmuyordu bir türlü. Şeref biraz, Fikret azıcık becerebiliyordu ama nafile. 
Ortada biraz dönüyorduk, sonra kızlar bizimle güya yaptıkları bu saçma danstan sıkılıyorlardı. Ya kendi aralarında biraz dans ediyorlardı, ya da sohbete devam ediyorduk.
Oh be, yaşasın kelimelerin egemenliği!

Bu sevgili, güzel arkadaşlarıma bir-iki anımızla birlikte tekrar döneceğim.

***

Dağ Tenis benim hayatımın iki farklı evresinde yer aldı. İlki ortaokul yıllarım, ikincisi lise yıllarım. İlk dönemde sadece voleybol ağırlıklıydı kulüple ilişkim. Lisede hem basketbol hem de sosyal bir mekân olarak ilişkim yeni bir biçim aldı. Aynı şekilde ortaokul dönemindeki Dağ Tenis arkadaşlıklarım da lisede farklılaştı.

Az evvel söylediğim gibi liseden itibaren Dağ Tenis bizim için sadece spor yaptığımız bir yer değildi artık. Arkadaşlarla orada buluşur bir şeyler yer, içerdik. Lise yıllarımızın başlangıcında,14-15 yaşlarımızda fıçı birayla da ilk olarak orada tanıştık.
O güzelim fıçı bira-parmak patates ikilisi ne zevkti ama. (Şimdilerde maalesef bu harika parmak patates tabiri unutuldu, hep beraber 'French fries' diyoruz. Çok yazık)!

İşte o yaşlarda grup arkadaşlığı dışında zaman zaman bizim yan sınıftan bir çocukla da takılmaya başlamıştım. Adı ya Yıldırım’dı, ya Yıldıray. Basketbol oynamayı beceremediğinden sürekli faul yapar, maraza çıkarırdı. 
Neyse, lise 1 bitti, yaz tatilindeyiz. Bir gün bununla karşılaştım. Aaa ne göreyim siyah saçlı çocuğun saçları bir tuhaf olmuş. Sarı desem değil, kumral desem hiç değil. Boz bulanık bir şey.
“Lan oğlum ne oldu saçına” dedim ama gözlerimi de bu tuhaflıktan alamıyorum. Meğerse sarışın saça özenmiş, nereden duyduysa yara temizlemekte kullanılan oksijenli suyu kafasına boca etmiş. 
Al sana sarı saç!

Bir gün de bu elemanla ikimiz Dağ Tenis’e gittik, bira içiyoruz. Biralardan birer yudum almıştık ki bizimki kafasını sağa-sola, öne-arkaya tuhaf tuhaf sallamaya başladı. “Oğlum dur manyak mısın bizi rezil ediyorsun, neden böyle yapıyorsun” falan diyerek durdurmaya çalışıyorum. 
Sebebini söyledi nihayet: Birinden duymuş, her yudumdan sonra kafasını böyle sallarsa daha çabuk kafa yapıyormuş. “Allah’ın belası bir tane daha zıkkımlan kafa yapsın” dediğimde de matematik bilmeyen bana acıyarak baktı ve “Oğlum bir taneyle kafam güzelleşince ikinciye vereceğim para cebimde kalır” cevabı verdi.
Doğru söze ne denir? Matematik daima kazanır. Sustum!

Yine Yıldıray/Yıldırım, yine bira, yine Dağ Tenis, yine Zihni Sinir porocesi: O zaman benim gibi birkaç arkadaş hariç herkes sigaraya başlamıştı. Bizimki de özenen tayfadan.
Biralara başladık; o da ne ? Yıldo sigarasının külünü birasına silkeliyor. 
“Dur yahu ne yapıyorsun” diye elini tutmaya kalktım. Cevap yine ders niteliğindeydi: “Birinden duydum, biraya kül karışırsa alkol daha etkili oluyormuş.”

Bu, sürekli birilerinden bir şeyler duyan ve işin kötüsü de uygulayan deli dolu çocukla arkadaşlığımı birkaç bira seansından sonra iyice azalttım, sonunda da koptuk.
İşte bu Yıldıray/Yıldırım böyle 'cins' bir çocuktu, bir müddet ömrümü törpülemişti. Umarım bu yazıyı okur. Ve benim gibi gülümser. Eski arkadaşıma Allah selâmet versin.

***

Bira, benim ve arkadaşlarımın efkârlarımıza da çok eşlik etti tabii ki. O zaman Çamlıbel’de bizim 'köşemiz' vardı, önceki yazılarımın birinde anlatmıştım. Ahmet Fazıl’ın (Fadıl) evinin güney batı duvarı. 
O duvara lak-lak için otururduk ama daha çok iki kız için. Sonay ve Nilüfer. Kızlar bizi hem mest hem de perişan ediyorlardı.
Mest ediyorlardı; çünkü onlara bakmaya doyamıyorduk, perişan ediyorlardı; çünkü onlara ulaşamıyorduk. 
Sanırım hepimiz de vurgunduk kızlara. Nedense birbirimize de söyleyemiyorduk, kızlara da açılamıyorduk. Halbuki gruptaki herkes diğerlerinin gönül meselelerini bilirdi. 
Belki de hepimiz aynı kızlara tutkun olduğumuzdan birbirimize karşı mahcuptuk. Bilemiyorum. 
(Bazılarımız kendi sınıfımızdaki ve komşu sınıflardaki kızlardan da hoşlanırdık. Bu başka bir yazının konusu. Yok, yok hiç yazmayacağım ve bizlerde kalacak güzel hatıralar).

***

Dağ Tenis’te o dönemin en revaçta gençlik etkinliği olan 'çay’lardan da muhakkak bahsetmeliyim. Yeni nesil bilmez, müzik sistemi olan bir salonda gençlerin toplandığı, alkolsüz bir şeyler içerek dans ettikleri bir etkinliktir çay.
Çay’ı düzenleyen kişi ya da kişiler organizasyonu düzenlerler ve sonra da bilet satarlardı.
Cumartesi tüm öğleden sonrayı kapsayan etkinliklerdi. Birbirinden hoşlanan kızların ve oğlanların buluşması için de legal bir mekândı. (Şimdiki nesle bakıyorum ve dilimden şu sözler dökülüyor: Nereden, nereye)!

Böyle bir çay’a orta üçteyken, 1979 senesinin bir bahar günü, bizim Süreyya, onun mahalleden arkadaşı Nebahat ve hem mahalle hem de okuldan arkadaşı Tijen’le birlikte gittik. 
Tijen çok hoş bir kızdı. Klâsik manadaki çok güzel, taş bebek kızlardan değildi. Fakat bizim Tijen’in bir edası, bir albenisi vardı; bunun yanı sıra elbette ki güzel bir kızdı.
Benden bir sınıf üstteydi; hatırımda sanki Süreyya’nın sınıf arkadaşı olarak kalmış.

O çay günü kendimi hakikaten çok şık buluyordum. Yeni aldığım çok şık gece mavisi keten ayakkabılarım, laci pantolonum ve açık mavi tişörtümle harika hissediyordum.
Kendi kendimi getirdiğim bu dolduruş ve havayla yukarıda anlattığım gibi, pek hoşlanmadığım, laf aramızda hiç de beceremediğim hâlde dans pistinden inmediğimi çok iyi hatırlıyorum.
O çay’dan aklımda kalanlar; Tijen, dans ve ayakkabılar...

Tijen’le pek çok hatıra var; bir tanesini daha anlatayım da ne saf, ne şaşkın olduğumu görün.
Tijen’in lisede bir erkek arkadaşı olduğunu duymuştum. O dönemde Mersin ortamında bir kız için pek de kolay bir şey değildi bu. Kendi doğrularını yaşayacak ve savunacak kadar cesur bir kızdı Tijen.

1981’in bir yaz günü bizim evin salonunda Süreyya, Tijen, Nebahat, Adnan (Ceyar), Fikret oturmuş sohbet ediyorduk. Tijen birden gözlerimin içine bakarak pat diye “Şu anda erkek arkadaşım yok” deyiverdi. 
Halbuki ortada böyle bir muhabbet yoktu. Ben tabii ki hem şaşırdım hem afalladım. Bunun özel bir anlamı olduğunu da fark ettim. Ama benden bir sınıf yukarıda ya, kızlar alt sınıflara bakmaz ya, hiç kendime de konduramıyorum.

Tabii ki şaşkın ben, hiçbir şey söyleyemedim. Akşam üzeri Adnan ve Fikret’le baş başa kalınca bana saydırmaya başladılar. Bu kadar açık bir mesajı neden değerlendiremedim diye. 
Ne yapayım, olmadı işte.
Farklı davransam nasıl olurdu diye hep merak ederim.

Yakın zamanda Süreyya’dan öğrendim, Tijen ağır bir rahatsızlık geçiriyormuş. Çok üzüldüm. 
Tijen’ciğim lütfen çabucak iyileş, bu yazıyı oku ve o eski masum, güzel günlere birlikte gülümseyelim.

Pek sevgili Tijen’e acil şifalar, iyilikler diliyor, sevgilerimi yolluyorum.

***

Çay’dan başladık ya küçük bir anıyla devam edeyim. Bu furya bizim ortaokul ve lise dönemimizde hızını kesmeden devam etti. Sonraki yıllarda artık öğrenciler bu organizasyonu yapmaya ve harçlıklarından bayağı fazla miktarda para kazanmaya da  başladılar. 
Biz Halit’le kafa kafaya verdik, yanlış hatırlamıyorsam Fikret de vardı, çay düzenleme işini konuştuk. Sonra nedense bunu yapmadık. Niye yapmadığımızı hatırlamıyorum. Ama “Keşke yapsaymışız” diyorum düşününce.

***

İnsanın hayatında çok güldüğü ama öyle böyle değil yerlere düşecek ve kıvranacak kadar güldüğü zamanlar pek fazla değildir. Benim de öyle. Sayılıdır böyle gülmelerim. Şimdi size onlardan birini, hem de hiç unutamadığım birini anlatacağım.
(Fikret, bak kızmak yok).

Güzel bir bahar günü ben, Halit, Şeref, Fikret, Adnan, (Ergün var mıydı acaba?) kayık kiralayarak denize açılmaya karar verdik. İki kayığa doluşarak küreklere asıldık.
Limanın dışına doğru giderken nedendir bilmem, denizin ortasındaki dubaya çıkmaya karar verdik. Dubanın üzerinde biraz oyalandıktan sonra dördümüz kaş göz işaretiyle kayıklara atladık ve Fikret’le Şeref’i dubanın üstünde bıraktık.

Burada bir bilgi vermeliyim: O zamanki tek kanallı TRT televizyonunda yakın zamanda Alfred Hitchcock’un meşhur “Kuşlar” filmi yayınlanmış biz de herkes gibi izlemiştik.  
Filmi izlemeyenlere kısaca bir bilgi vereyim: Film gerilim türündeydi ve bir kasabanın kuşların saldırısına uğramasını ve insanlara zarar vermesini anlatıyordu. Yani insanı mahveden bir gerilim hissedilmiyordu, korku ise hiç yoktu.

Tekrar dubaya dönüyorum. Biz ciddi ciddi karaya doğru uzaklaşmaya başladık. Niyetimiz biraz korkutup dönmek. Fakat Fikret’teki paniği görebiliyoruz. Bağırıyor, çağırıyor, yerinde zıplıyor. Şeref ise o kadar rahat ki kültür fizik hareketleri yapıyor.
Biz şakanın yettiğine kanaat getirerek dubaya yanaşmaya başladık.  
Fakat bizimki hâlâ sakinleşmemiş bağırıyor. Şeref’se elini ağzına kapatmış, gülmemeye çalışıyor.
Bunları kayıklara alırken Fikret’ten bir sürü laf işitiyoruz ama aldırmıyoruz. Şeref konuşmuyor ama sonradan fark ettik ki aslında konuşamıyor. Makaraları koyvermekten çekiniyor. Sebebini karaya çıkınca anladık.

Bu arada söyleyeyim, Şeref eskilerin tabiriyle çok mukallit bir adamdır. Çok iyi taklit yapar ve muhatabını karikatürize de edebilir isterse.

Biz kayıkları teslim ettik ve Dağ Tenis’e doğru yürümeye başladık. Zaten mesafe 20-30 metre. Tam da o anda Şeref bombayı patlattı. Biz bu arkadaşları dubada bırakıp gittikten sonra anlaşılan hâlâ "Kuşlar" filminin etkisinde olan Fikret başlamış sızlanmaya. Sürekli olarak tekrar ettiği tek cümle de şuymuş: “Martılar gözümüzü oyacak".
Ve bu dediğine bütün aklıyla inanmış. Çok ciddi şekilde korkmuş hatta paniğe kapılmış.

Şeref bunu öyle komik bir şekilde anlatıp canlandırdı ki anında kahkahalar patladı. Bu arada alçak Şeref durmuyor, sürekli üzerine bir şeyler ekleyerek biraz da abartarak anlatmaya devam ediyordu. O kadar gülüyorduk ki, baktık olacak gibi değil, Dağ Tenis’e girmekten vazgeçtik, yolun ortasındaki refüje doğru ilerledik. 
İstisnasız hepimiz refüjün çimlerine oturarak hatta yatarak gülmeye devam ediyoruz. Olay neredeyse histeri hâlini aldı. Bulaşıcı bir histeri hem de. Duramıyoruz.
Zaten Şeref de rahat durmuyor, konuşamasa bile el kol işaretleriyle bizi kırıp geçiriyor.

Biz, affedersiniz, yerlerde tepinirken Şeref birden çığlık atarak havaya zıpladı. Başımızı bir çevirdik ki o tantana içinde bir kaktüsün üzerine oturmuş, 'kaide' diken dolu. Haydi baştan başladık kahkahalara. Ama öyle böyle değil. Perişanız fakat duramıyoruz.

Dağ Tenis’in sanırım işletmecisinin bir maymunu vardı; belki de şempanze. Sessiz sakin bir hayvancağızdı, ortalarda gezerdi.
O çılgın hâlimiz sanırım hayvanı sinirlendirdi. Biz tam sakinleşirken maymun geldi 'hartdiye bacağımı ısırdı. Ben elektriğe tutulmuş gibi sol bacağımı silkelemeye çalışıp maymundan kurtulmaya çalışıyorum ve muhakkak ki tuhaf hareketler yapıyorum. Haydi, yeni baştan bir kahkaha dalgası daha...

Biz kahkaha faslına başlayınca Fikret gitmiş, haberimiz yok. Tabii ki ki her kızıp küstüğünde yaptığı gibi elini aşağıdan yukarıya sertçe kaldırma hareketini yaparak. Neden sonra anlaşıldı ki Şeref eğer bunu teknedeyken anlatsa alabora olacağımız kesindi. Vallahi sahile kadar bekleyerek akıllılık yapmış.

Dedim ya hayatımın yerlerde kıvranarak güldüğüm çok az anlarından biridir bu hatıram. Üzerinden 40 seneye yakın zaman geçti, inanınız bu bölümü sürekli gülümseyerek yazdım. 
Bu hatırayı paylaştığım tüm arkadaşlara iyilikler diliyor, anlayışlarına sığınıyorum. Hepsine iyilikler diliyorum.
(Bu hepimiz için de müstesna ve çok kıymetli olan hatırayı yazarak kayıt altına aldığım ve ölümsüzleştirdiğim için çok mutluyum).

***
Evet, klâsik sözümüzü tekrarlayalım: Zaman ilerledi ve dünya değişti. 

1980 darbesi ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöktü.
Darbeden sonra Mersin’e tayin edilen Amiral de inanılmaz sert bir adam çıktı. Oysa bahriyelilerin karacılara göre daha ılımlı olduklarını düşünürdük.
Bu Amiral Mersin’i hallaç pamuğu gibi attı. Kötü anlamda söylemiyorum bunu. Yaşım, tüm icraatlarını değerlendiremeyecek kadar küçüktü. Yaptığı işler iyi de olabilir, kötü de.

Emin olamıyorum, çok büyük ihtimalle 1982 olmalı, bir şayia duyuldu. Dağ Tenis’in yeri kanuna aykırı olarak kullanılıyormuş diye. Ardından çok az bir zaman geçti; Dağ Tenis boşaltıldı ve içindekiler yıkılarak dümdüz edildi.

Elbette ki buna çok üzüldüm, hâlâ da üzülürüm. Çünkü bir devir sona erdi. İşin kötüsü yeni bir yerde tekrar açılmadı güzelim anılarımızda yaşayan kulüp.
Kural ve kanunlara harfiyen uyan bir kişi olarak, eğer kanunsuz bir yapılaşma varsa bunu savunacak değilim elbette. Fakat düşünmeden de edemiyorum. Bu kulübü yaşatmanın, devam ettirmenin bir yolu yok muydu diye.

Bilemiyorum, belki de Dağ Tenis dönemini tamamlamıştı ve hatıralarımıza karışma zamanı gelmişti.

Dağ Tenis’ten sonra bira-sohbet fasıllarımıza bir süre daha Atatürk Parkı’nın içinde açılan Çakılda devam etmeyi denedik ama olmadı, aynı zevki vermedi. Yanına bile yaklaşamadı. Kesinlikle anladık ki bir dönem kapanmıştı.

Bu yazıda andığım dostlarımdan, büyüklerimden, kardeşlerimden bu dünyaya veda edenlere rahmet diliyor, onları güzelliklerle anıyorum. Hayatta olanlara sağlıklı ve uzun bir ömür diliyorum.

 

  • Mehmet Semih Nane

  • 26 Kasım 2019

Sayfayı Paylaş

Yorumlar

Alpaslan Gurkas 23 Aralık 2024

Eline saĝlık Mehmet. Dede Mustafa sınıf arkadaşımdı. Saltanat ta bizim karşı apartmanda oturuyordu.

Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın

leaf-right
leaf-right