Fındıkpınarı‘nda bir akşam üzeri



Şu korona melaneti tüm sosyal alışkanlıklarımıza sekte vurduğu gibi, sosyal ilişkilerimizi de çok olumsuz etkiledi. Bunun çok canımı sıkan bir örneği, pek sevgili Atilla Toroğlu Abi’mle telefonlaşma ve mesajlaşma dışında tam iki buçuk senedir görüşme imkânımı elimden alması.  
(Yazılarımı sürekli takip eden değerli okurlarım Atilla Abi’yi anlattığım yazımı hatırlayacaktır.) *

Maalesef, Atilla Abi’yi geçirdiği rahatsızlık ve ameliyatlarında Mersin’deki evinde ziyaret edemedim. Yetmez gibi, Fındıkpınarı’nın komşu yaylası olan Mihrican’da olmasına rağmen iki yazdır yaylada da bir araya gelemedik. En nihayet, iki hafta evvel Mihrican’daki evinde ziyaret edebildim.

***

Atilla Abi, geçirdiği ağır rahatsızlıklardan sonra tam toparlanma aşamasındayken, ne yazık ki şu sıralar omurgasından kaynaklı çok şiddetli ağrılarla mücadele ediyor.  
Kendisini o kadar çok özlemiştim ki misafir kabul etmediklerini bildiğim hâlde, kısa süreliğine ziyaret etmek için randevu alarak eşim Pelin ve kayınvalidem Harika Hanım’la Mihrican’a gittik.

Gidince öğrendim ki kıymetli Atilla Abim çok ama çok şiddetli ağrılar çekmesine rağmen, bizimle oturabilmek için günde bir defa yapılan kuvvetli ağrı kesici iğnesini bizim ziyaretimize göre ayarlamış.  
Çok şükür ki ilaç ağrısına iyi geliyormuş ve yatakta yan pozisyonda uzandığı zaman da ağrılar hafifliyormuş.
Değerli büyüğümün bu ağrıları da atlatacağına ve kısa sürede tam sağlığına kavuşacağına yürekten inanıyorum.

***

Büyük bir şans olarak, Atilla Abi’lere gittiğimizde büyük değer verdiğim ve saygı duyduğum Prof. Dr. Uğur Ersoy Hocamız da orada bulunuyordu. Fazla rahatsızlık vermemek için kısa tuttuğumuz ziyaretten ayrılırken, Atilla Abi’yi henüz görmediği yayladaki evimize davet ettim. Uğur Hoca’ya da davette bulundum.

Atilla Abi, her zamanki nezaketiyle ağrılarına karşı iğnesini yaptırarak geçtiğimiz hafta eşi Bilge Hanım ve Uğur Ersoy’la birlikte Fındıkpınarı’na geldiler.
Evimize neşe, mutluluk ve şeref verdiler.

***

Değerli büyüklerimle iki saat boyunca süren sohbetimizden çok büyük bir keyif almama rağmen bu süre o kadar çabuk geçti ki giderlerken mahzunlaştım desem abartmış olmam. Oysa, Atilla Abi’mle daha doğru dürüst hasret giderememiştim.

Atilla Abi ve Uğur Hoca sürükleyici ve harika üslûplarıyla sohbeti tadına doyulmayan bir şölene çevirdiler. Aslında, benim açımdan onlarla sohbet etmek demek, büyük bir keyifle onların anlattıklarını dinlemek anlamına geliyor.  
Sohbetleri, yaşanmışlıkları ve özellikle geçmişle ilgili anlattıkları o derece ilgimi çekiyor…

***

Ayrılırken, Fındıkpınarı’nın harikulade akşam üzeri saatlerinde lezzeti damağımda kalan bu sohbetin tekrarını rakılı bir yemek masasında ve yine Fındıkpınarı‘nda yapma temenni ve davetimi Atilla Abime ve Uğur Hocama ilettim. 
Umuyorum ve diliyorum ki bunu en kısa sürede gerçekleştiririz…

***

Sohbetimizin bir yerinde Uğur Hoca’ya, “Hocam, sizin Mersin’le ilgili kitaplarınız Ahmet Bey’de vardı ve onları okudum” dedim. (Kayınpederim Ahmet Gökçel** 
Hoca cevaben, “Sislerin Ardında Kaybolmayanlar” isimli kitabını okuyup okumadığımı sordu. Okumadığım cevabını alınca, o kitabı okuyan pek çok kişinin ağladığını söyledi.

Misafirlerimiz gittikten hemen sonra bir çalışma arkadaşımı arayarak bu kitabı bulmasını söyledim. 1998 yılında basılan bu kitabı İstanbul’daki bir sahafta bulmuş. Kitap üç gün sonra masamdaydı. Aynı akşam okumaya başladım ve su gibi akıp giden eseri bitirmeden de bırakamadım. 

***

Dilerseniz, çok severek okuduğum bu kitaptan biraz bahsetmek isterim. Evvela, onu tanıtmakta yetersiz olacağını bilsem de, birkaç cümleyle yazardan söz etmeliyim.

Prof. Dr. Uğur Ersoy, ODTÜ’nün kurulma aşamalarında çok büyük emeği olan, henüz 28 yaşında rektör yardımcılığı görev ve sorumlululuğu yüklenen, bu görevi ilerleyen zamanda tekrar üstlenen, İnşaat Mühendisliği ve “betonarme” konusunda sadece Türkiye değil dünya çapında otorite kabul edilen, ODTÜ’ye ve mesleğine büyük katkılarda bulunan çok kıymetli bir bilim adamı ve akademi dünyasının seçkin bir yöneticisi.

Kitap, ilk bakışta bir anı kitabı gibi görünmesine rağmen aslında bundan çok daha fazlası.  
Eserde, edebiyatın üç farklı alanına da yer verilmiş. Kitapta denemeler, öyküler ve portreler içiçe yer alıyor. 

Çok değerli bir Türk aydını ve dünya ayarında bir entelektüel olan Uğur Ersoy çok rahat okunan, samimi ve duygu dolu bir eser yaratmış.  
Kitap, yazarın anı ve düşüncelerini okura aktarırken; akıcı üslûbu, tertemiz Türkçe’si ve içten anlatımıyla okuru ilk andan itibaren kavrıyor.

Kitabı okudukça, Ersoy’un bilim adamlığı niteliğine ilave olarak, fevkalade yetkinlikte bir düşünce adamı ve yazar olduğunu da fark ediyorsunuz.
Yazarın edebiyata vakıf olduğu ise kitabın kurgusunda ve ilerleyen sayfalarda kendini gösteriyor.

Az evvel bahsetmiştim. Uğur Hoca, sohbetimiz sırasında pek çok kişinin bu kitabı okurken ağladığını söylemişti. Kitabı okudukça ne demek istediğini çok daha iyi anladım. Kitapta yer alan kişilerin pek çoğunu tanımamış, bazılarının ise sadece adını duymuş olsam bile kitaptaki duygu yükü beni de fevkalade etkiledi. 

Yazar, duygu aktarmında oldukça başarılı. Öyle ki bu durum bazı bölümlerde gözlerimin yaşarmasına sebep oldu. Bunun yanı sıra kitabın bazı bölümlerinde ise gülümsediğimi söylemeliyim.

***

Kitaba isim olarak seçilen “Sislerin Ardında Kaybolmayanlar”, yazarın artık anılarında yaşayan kişi ve olayları unutmadığını, unutmayacağını daha ilk baştan ilan ediyor.
Yazarın kitabına verdiği bu isim aslında duygu dünyasının da manifestosu…

Uğur Ersoy, bu eseri 1998 yılında ve ulaştığı 66. yaşının her manada zirveye ulaşan olgunluğuyla kaleme almış. Önsözden itibaren bunu hissediyorsunuz. Kitabın duygu yüklü olacağı ise adından sonra önsözde de derhal fark ediliyor.  
Yazarın şu sözleri ne demek istediğimi gayet güzel anlatıyor:

“(…) Bu kitaptaki anılar daha yakın bir geçmişe ait. Aramızdan genç yaşta ayrılan ağabeyimi ve çocukluk arkadaşlarımı yazmak kolay olmadı. Her biri kendi öyküsünün sonunda bir kez daha öldü. Bu öyküleri yazarken kaybettiğim yakınlarımın özlemi ile kavruldum, yalnızlık korkusu ile ürperdim…”

Kaybedilen yakınların özlemi ile kavrulmak, yalnızlık korkusu ile ürpermek… Ne kadar doğal, ne kadar sahici… 
Anlatımın duruluğunun yanı sıra, içerdiği derin anlam ne kadar da sarsıcı…

***

Az evvel Uğur Ersoy’un kitabında edebiyatın deneme, öykü ve portre anlatımı dallarından örnekler verdiğini söyledim ama kitapta “şiirsel” bölümler de var.  
Kitap, akıcı diliyle adeta “şiir” gibi yazılmış. Ancak bunu değil, gerçek manada şiiri kastediyorum. 
Şu dizeler kitabın ilk sayfasından:

“Gece  
Kristalden zamandı  
Dokundunuz parçalandı. 
Avuçlarınızda sevgi 
Parmaklarınızdan aktı.”

Muhteşem bir şiir. 
Bu dizeler bana tutkuyla bağlı olduğum iki şairden biri olan Özdemir Asaf’ın dizelerinden aldığım lezzeti hatırlattı.

Görüldüğü üzere, yazar eserinde esasında üç değil, şiir dâhil olmak üzere, edebiyatın dört ögesini de fevkalade başarıyla kullanmış.

***

Şimdi kitabın bazı bölümlerinin içine biraz daha derinlemesine girebiliriz.

Kitabın ilk portresi olan “Kara Hasan” bir Toros köylüsü. Dünyanın yükünü sırtlandığı için yüzü gülmeyen/gülemeyenlerden. En büyük tutkusu yemek olan, bir oturuşta beş kişilik yiyen bir adam. 

Kitapta, okuma yazması olmayan, hesabı da biraz zayıf olan Hasan Ağa’nın yetiştirdiği koyunları Mersin’de sattığı “cambaz” bir tipin bu saf adamı aldatmasına yer verilmiş. 
Kara Hasan, Mersin’e dönüş yolunda bu alışverişte aldatıldığını fark ediyor. Cambaz alıcıya değil de kendine kızan şu sözleri, esasında, tecrübeden damıtılan bilgelik değil de nedir:

“(…) Hisap hisap derken, bir de ne görüyüm, koyunların tanesi 260 kuruşa gitmemiş mi? Cambazın ne kabahati var? Pazarlığa razı gelen benim. Ha kafamı bilmem ne yapayım deyip durdum yol boyunca…”

Kara Hasan, Uğur Hoca’nın ailesinin yayladaki bahçesinin bakımını da yapıyormuş. Kitaptan aktarıyorum:

“(…) Kara Hasan, yayladaki bahçemize bakardı. Ağaçları budar, altlarını kazar, bir de bostan yapardı. Yaylaya geldiğimizde babam: 
‘Hasan Ağa, eline sağlık borcumuz ne kadar?’ diye sorardı. 
Kara Hasan sigarasından derin bir nefes çeker, kaşlarını yukarı kaldırarak: 
‘Yaıp (Yakup) Bey, emeğimi ödeşemessin!’ dedikten sonra istediği parayı söylerdi. Kara Hasan’ın emeği çok kıymetliydi…” 

Emeğin ne yüce bir değer olduğu daha güzel nasıl anlatılabilir…

***

Kitapta dünyaca ünlü ve değerli matematikçimiz Cahit Arf, bilimsel ve insani üstün nitelikleri ile çok güzel anlatılmış. Ayrıca bu büyük değerimizin ODTÜ’de yaşadığı zorluklardan ve hatta 12 Eylül Amerikancı faşist faciasından sonra odasının kapısından isminin sökülmesi hoyratlığından, nobranlığından da bahsediyor Uğur Hoca.

12 Mart’tan sonra Türkiye’nin ve ODTÜ’nün içine girdiği sıkıntılı dönemde Prof. Ersoy, Prof. Arf ile üniversitenin İcra Komitesi’nde birlikte çalışırlar. Bu görev sırasında Cahit Arf Hoca itidalli yaklaşımıyla olayların daha da tırmanmasını önlemek konusunda kilit rol oynar. Uğur Hoca bu görev beraberliği sırasında Cahit Hoca’nın pek çok üstün meziyetini yakından izleme imkânı da bulur.

Prof. Arf’ın bazı kişiler için kullandığı ve Uğur Hoca’nın da benimsediği “şeffaf” benzetmesinin anlamını kitaptan okumalısınız.

***

“Kebo’lar” isimli yazı nefis bir deneme. Bu kısaltma Uğur Ersoy’a ait. Açılımı, “Kendi ile Barışık Olmayanlar.” 
Muhakkak okunmalı.

Aynı şekilde, “Kirlenme” ve “Taklitçilik” yazıları da birinci sınıf birer deneme.

***

Uğur Hoca, Fındıkpınarı’ndaki sohbetimizde 12 Mart döneminde ODTÜ rektörü yapılan emekli Korgeneral Şefik Erensü ile ilgili bazı hatıralarını anlattı. Kitapta fazlası var ama buraya bir tanesini almak isterim.

İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı olan Prof. Dr. Uğur Ersoy’a bir gün rektörlükten bir yazı gelir. Askerî yönetimin atadığı yeni rektöre karşı önyargılı olan Prof. Ersoy, aslında tepki gösterilecek bir yazı olmamasına rağmen çok sinirlenir.  
O hızla yazıyı alarak rektörün odasına gider ve “Efendim, bu tür bir ifade üniversite gibi akademik bir kuruma yakışmaz” diyerek yazıyı yırtıp rektörün masasına bırakır.  
Odadan çıkarken, bir daha böyle yazıların gelmeye devam etmesi hâlinde aynı şekilde davranacağını ilave etmeyi de ihmal etmez.

Olayın ertesi günü bir ses çıkmaz. Sonraki gün rektör tarafından odasına çağırılır. Uğur Ersoy, rektörden bir azarlama ya da ceza beklerken Şefik Erensü, Prof. Ersoy’u ayağa kalkarak ve elini sıkarak karşılar. Bu davranışa şaşıran hocayı bekletmeden de söze girer. Kitaptan aktarıyorum:

“(…) ‘Uğur Bey, bir rektör yardımcısına ihtiyacım var. Dünden bu yana sizinle ilgili kapsamlı bir araştırma yaptırdım. Bu görevi kabul etmenizi rica edeceğim’ dedi.

Şaşkınlıktan adeta dilim tutulmuştu. Rektöre, hem de asker kökenli bir rektöre terbiyesizce davranmıştım, ona hakaret etmiştim. Bunun karşılığında kavga beklerken ummadığım bir teklifle karşılaşıyordum. Biraz kendimi topladıktan sonra:

‘Efendim, dün biraz duygusal davrandım, aşırı tepki gösterdim. Bu davranışıma karşın böyle bir teklifi anlayamıyorum’ dedim.

Paşa, son derece sakin ve nazikti. Sözcüklerin üstüne basa basa:

‘Uğur Bey, ben ‘evet efendimci’ bir yardımcı istemiyorum. Hatalarımı yüzüme çekinmeden söyleyebilen, bana ‘hayır’ diyebilen birini istiyorum. Bu iş için, imzamı taşıyan yazıyı yırtıp üstüme atan bir kişiden daha uygun biri bulunabilir mi?!’ dedi…”

Kitapta çok değerli bir yönetici olan Şefik Erensü Paşa ile ilgili daha pek çok anekdot var.

***

Uğur Ersoy, hem iyi bir sporcu hem de tam bir spor âşığı. Komple bir sporcu olan Mehmet Ali Yalım’ı ve ODTÜ’de birlikte spor yaptığı arkadaşlarını o kadar tatlılıkla anlatmış ki…

Yalım’ın elinde raketle tenis kortunda hayatını kaybetmesini okuduğumda hem içim “cız” etti hem de Uğur Hoca’nın şu sözlerine tamamıyla hak verdim.

“(…) Yalım, sporcu olarak doğmuştu, sporcu olarak sahada öldü. Ölümü hepimizi çok üzdü ama bu ölüm yakıştı Yalım’a. Yatağında ölmek yakışmazdı ona…”

***

Kitapta bir zamanlar benim de tutkuyla bağlı olduğum (Mersin) İdman Yurdu ile ilgili bir bölüm de var. Takımın tarihiyle ilgilenen ya da o dönemleri merak eden varsa bu bölümü muhakkak okumalı.

Takımdaki oyuncuların neredeyse tamamının amatör bir ruhla atletizm, yüzme, basketbol ya da başka spor dallarıyla ilgilendikleri ve çoğunun Türkiye rekorları kıracak kadar başarılı oldukları düşünüldüğünde, günümüzün astronomik rakamlarıyla “top oynayan” çıtkırıldım “endüstriyel futbolcularının” değersizliği çok daha iyi anlaşılıyor…

***

Yazar, Teksas Üniversite’sinde hocası olan Prof. Ferguson’u da çok güzel anlatmış. Dr. Ferguson’un şahsında gerçek bir bilim adamı, çağdaş bir entelektüel, öğrencileriyle fevkalade ilişki kuran bir hoca nasıl olunur, insanlığın yüce değerleri nasıl savunulur, ilkeli duruş nasıl sergilenir adeta somutlaşıyor.

Kitapta bu değerli “insan” ve sahip olduğu nitelikler pek çok anıyla desteklenerek çok iyi yansıtılmış. Sadece birini aktarmakla yetineceğim.

Dr. Ferguson dindar bir kişidir. Hatta dindarlığı bağlı bulunduğu kilisede vaaz verecek kadar ileri seviyededir. McCarthy faşizminin ABD’yi kavurduğu dönemde üniversite mütevelli heyeti bir karar alır. Her öğretim üyesinin “Tanrı’ya inandığına dair” imza vermesi istenir.  Tüm öğretim üyeleri, ateist olanlar dâhil, “damgalanmamak” için imza vermek için sıraya girer.  
İmza vermeyen tek kişi, samimi bir dindar olan Prof. Ferguson’dur.  
Bu ilkeli adam, mütevelli heyete bu durumun kabul edilemez olduğunu ve istifa edeceğini bildirir. Bu çaptaki bir bilim adamını kaybetmeyi göze alamayan heyet, kararını geri almak zorunda kalır.

***

“Çorba Sever misiniz” isimli yazıdan, Uğur Hoca’nın mutfağa yeteneğini, arabaşı ve balık çorbalarını pişirmek konusundaki maharetini öğrenme imkânı buldum. 

Gerçi hoca tariflerini vermiş ama kuracağımız rakı masası öncesi onunla birlikte balık çorbası hazırlamayı dört gözle bekliyorum.  
Tabii beni “aşçı yamağı” olarak kabul ederse…

***

Uğur Ersoy, kaliteli yaşamayı “bilen ve seven” bir kişi olarak hiç şüphesiz ki mizahın ve gülmenin değerini biliyor.

“Talihsiz Bir Mühendis Hanım” ismiyle kaleme aldığı yazı, çok başarılı bir mizah öyküsü. Hatta kara mizah bile denilebilir. Konunun ve kişinin tasviri, anlatımın kıvraklığı, diyalogların arasında yer alan kısa “saplamalar” usta işi bir öykü yaratmış. 
Sonunda verdiği önemli ders de cabası…

***

Vladimir Lekosky, namı diğer “Veli Demir” çok hoş bir portre yazısı ve anılar bütünü… 
Uğur Hoca, Kanada’da bulunurken tanıştığı ve yakın arkadaş olduğu Vladimir, Bulgar kökenli, güzel Türkçe konuşan, Türkiye sevdalısı bir İstanbullu.

Bu yazıda Uğur Hoca’nın benim de bayıldığım konyak markası Courvoisier sevdiğini öğrenmek kendi namıma hoşuma gitti. 
Yine bu yazıda hocanın değerli arkadaşı Vladimir’le Attila İlhan şiirlerini bir gece yarısı okumalarını anlatmasını zevkle okudum. 

***

Uğur Ersoy, ODTÜ’de büyük emeği olan Vecdi Diker ve her daim öğrencilere kol kanat geren ve onları ODTÜ’nün geleceği olarak gören Prof. Dr. Mustafa Parlar’ı da çok güzel söz ve anılarla anarak büyük vefasını göstermiş.

***

Uğur Ersoy ve abisi Ahmet Ersoy’un aralarında altı yaş fark olduğunu kitaptan öğrendim. “Ağabeyim Ahmet” yazısı ve bu derin kardeş sevgisi içimi ışıttı. Ancak Ahmet Ersoy’un 60 gibi erken bir yaşta vefatını öğrenmek içimi yaktı. 

Onlarınki çok farklı bir kardeşlik ilişkisiymiş. Küçük yaşlarından itibaren gece-gündüz sürekli konuşarak birbirlerine her şeylerini anlatan, birbirlerini çok seven ve bağlı olan iki kardeşlermiş. 

Yazar, abisi Ahmet’in eli açıklığını, fedakârlığını, harika futbolculuğunu, dalgınlığını duygulu bir dille çok güzel yansıtmış. Ahmet Ersoy’un paraya ve mala mülke hiç önem vermemesiyle ilgili anlattığı anılar hakikaten ilginç ve komik. 
Ahmet Ersoy’un İdman Yurdu’nda santrafor oynadığını, Galatasaray’dan teklif geldiğini fakat babası Yakup Bey’in müsaadesi olmadığı için gidemediğini de yine bu kitaptan öğrendim.

Şu duygu dolu sözler Uğur Hoca’dan:

“(…) Haziran ayında, bugünkü deniz fenerinin biraz ilerisinde olan plaja giderdik her sabah. Ahmet beni bisiklette önüne oturtur, o sıcakta ohlaya pohlaya plaja kadar pedal çevirirdi. Evimiz Hastane Caddesi’nde olduğundan plaj pek de yakın sayılmazdı.

On beş yaşıma kadar Ahmet beni hep korudu ve kolladı. Beraber olduğumuzda her konuda pedal çeviren ve terleyen o oldu. Ahmet’in yanında kendimi güvencede hissederdim…”

Az evvel söylemiştim ya, kitabın birkaç yerinde gözlerim doldu diye… 
“Beraber olduğumuzda her konuda pedal çeviren ve terleyen o oldu…” sözleriyle anlatılan abinin fedakârlığı ve kardeşin bunu takdir etmesi… 
Ne bileyim… Boğazıma bir şey geldi oturdu işte…

***

Maalesef kendisini tanıyamadığım ama adını çok işittiğim Oral Hoca’nın gözlerinin rahatsızlanması sebebiyle tıp fakültesinden ayrılmak zorunda kalarak çocukluktan itibaren hayalini kurduğu doktorluk mesleğine ebediyen veda etmesi ve zaman içinde gözlerini tamamen kaybetmesi bana çok dokundu.  
Oysa bunları daha evvelden biliyordum. Bilemiyorum, belki de kitapta çocukluk maceralarını okuyunca bana böyle tesir etti. Yaşadığı bu talihsizlik çok ağırıma gitti. Kitabı okurken bir defa daha gözlerim yaşardı.

(Oral Hoca’nın eşi, saygı duyduğum Sevil Hoca‘dır ve kayınvalidem Harika Hanım’ın yakın arkadaşıdır. Çok zeki olduğunu daha evvel işittiğim Oral Hoca’nın emekli oluncaya kadar çok başarılı bir coğrafya öğretmeni olduğunu da ilave etmeliyim.)

***

Uğur Ersoy ve muzip arkadaşları bir gün “Cakofaka” Oral’a bir şaka yaparak korkutmaya karar verirler. Söz yazarımızda:

“(…) O yıllarda dağlarda bir çok yırtıcı hayvan vardı. Sık sık ayı öyküleri anlatırdı köylüler. Anlatılan öykülerde ayının çok iyi taş attığı, küçük çocukları kaçırıp evlât edindiği söylenirdi…”

Kitabın bazı yerlerinde gülümsemiştim ama ayının küçük çocukları kaçırıp evlât edindiği sözlerini okuyunca bu defa sesli olarak güldüm…

Arkadaş çetesi, gerçekten de sağa sola taş atarak ve “ayı gibi” ses çıkararak Oral’ı ayı geliyor diye korkuturlar. Bu arada yine mizansen olarak Uğur, “Ayı bacağıma taş attı” diyerek kendini yere atar.    
Herkes kaçar gibi yaparken, küçücük Oral kaçmak istediği hâlde yerde yatan Uğur’un yanına gelir. Hem hıçkıra hıçkıra ağlar hem de “Abiciğim ne olur kalk o kocaoğlan seni yer, sonra ben anneme ne derim” diye sızlanır… 
O yaşta hissedilen şu sorumluluğa bakar mısınız lütfen… 
(Oral diğerlerinden 4-5 yaş küçüktür.)

*** 

Kitapta yazarın arkadaşlarından “Tırkış” Oğuz da ayrı bir bölümde anlatılıyor. On çocuklu, kıt kanaat geçinen bir ailenin sorumluluk sahibi ve çalışkan çocuğudur Oğuz.

Çocukluğundan itibaren hep çalışan, evlendikten sonra da hâli vakti yerinde olmadığı için eşi ile birlikte ekmeğini taştan çıkaran, kendi okuyamadığından üzerine titrediği üç evlâdını da çok iyi bir şekilde okutan ve tam rahat edeceği sırada gencecik yaşında göçüp giden Tırkış Oğuz… 
Onun bu erken vedasına da çok ama çok üzüldüm…

***

Uğur Ersoy’un bağbozumunda, balık avında, yaz aylarının Mihrican’ında sabahtan akşama kadar beraber olduğu arkadaşları “Kafsara Kafa” Abdo, “Cakofaka” Oral, Vedat, Atilla, Galip, Acar, Ruhsar, “Tırkış” Oğuz…   
Hepsi de pek çok hatırayla bu eserin içinde yer alıyor… 
Hepsi de yanlarında Ahmet ve Uğur kardeşlerle birlikte Mihrican’da sevgi geçidi yapıyor…

***

Mersin’in seçkin ve değerli evlâdı Prof. Dr. Uğur Ersoy’un bu eseri ve Mersin’le ilgili kitapları özellikle Mersinliler ve “yaylacılar” tarafından okunmalı. “Kitapçıda bulamadım” bir mazeret değil! Artık Türkiye’nin önde gelen sahaflarının hepsi internette!

Uğur Hoca’yı tanımayan Mersinli varsa onlara önerim, tanımak için derhal harekete geçmeleridir. Hoca’yla ve eserleriyle ilgili kaynak bulmak çok kolay. Hepsi bir yana, hazreti Google emirlere amadedir.

***

Yazıyı bağlarken başta kendim olmak üzere, herkese, hayatı ve yaşanacak güzellikleri ertelememeyi tavsiye ediyorum.

Hayat, bir yanıyla, bir şeyleri ertelemek ve çoğu zaman da bu ertelemelere pişman olmak değil mi zaten…

***

Mersin’in eşsiz değerdeki mücevherleri olan pek sevgili, pek kıymetli Atilla Toroğlu Abim ve Uğur Ersoy Hocama sağlıklı ve uzun bir ömür diliyorum.  
Onların başımızda olduğu her an bizler için büyük nimettir. Varlıkları mutluluk kaynağımızdır.

Mihrican’da ve Fındıkpınarı’nda hep birlikte sağlıkla, mutlulukla, huzurla nice doyumsuz akşam üzerleri diliyorum…

 

www.mehmetsemihnane.com, Mersin Kategorisi, “Atilla Toroğlu”, 23.06.2020 
** www.mehmetsemihnane.com, Mersin Kategorisi, ”Ahmet Gökçel”, 14.10.2020

 

 

  • Mehmet S. Nane

  • 10 Ağustos 2022

Sayfayı Paylaş

Yorumlar

Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın

leaf-right
leaf-right