Bir zamanlar Çamlıbel (2)
Apartmanımızın yan tarafı “Çingene Mahallesi”ydi.
(Burada kısa bir ara verip “Çingene” kelimesi ve kavramı üzerinde biraz konuşalım. Bizim çocukluğumuzda çingenelere, çingene denirdi. Çünkü o topluluğun adı buydu. Sonra ne olduysa oldu, sanki çingenelik ya da çingene kelimesi ayıpmış gibi, bir “Roman” kelimesi ortaya çıktı.
Nedir şimdi bu?
Roman deyince daha mı “şık” ya da “modern” oldunuz?!
Herhangi bir milletin, kavmin, dini, etnik, sosyolojik ya da mezhepsel aidiyetini söylemek ayıp mı? Bu yakışıksız bir söz mü ki Çingenelik Romanlığa dönüştü?
Çingene, tüm dünyadaki çingene kavimlerinin ortak adıdır. Roman ise bu çok sayıdaki kavimden sadece biridir. Çingene yerine Roman sözünü kullananlar bu sosyolojik gerçeği bilmedikleri için de göz göre göre hata yapıyorlar).
Ama 'şık' oldular ya, bu onlara yeter!
Evet, Çingene Mahallesi’nden devam edelim. Teneke evleriyle, yaşam biçimi ve kültürüyle evlerimizin hemen yanı başındaydı Çingeneler.
***
Çamlıbel’de Mersin’in en meşhur 2 siması, 2 kardeşin de evi vardı. İkisinin zekâları da normalden eksikti.
Kardeşlerin daha meşhuru, 11 Yusuf’tu. Yusuf, hasta İdman Yurdu taraftarıydı. Her maça giderdi. Genelde siyah şalvar giyerdi ve şalvarının üzerinde sık sık İdman Yurdu forması görürdük.
Bu futbol tutkusundan dolayı adı 11 Yusuf’a çıkmıştı. Yusuf deli-dolu bir adamdı.
Hele ki birisi “Onbir onbir onbir...” diye seslendiğinde çılgına dönerdi. Garibanı çok kızdırırlardı. Böyle bir durumda en galiz küfürleri sarfeder, bazen de hızını alamaz şalvarını aşağıya indiriverirdi. Maçta, Çarşı’da, mahallede 11 Yusuf’un bu konuda vukuatı çoktu.
Kardeşi Ahmet’in lâkabı da beş buçuktu. Herkes beş buçuk Ahmet olarak bilirdi. Ahmet’in saati yoktu. Ne zaman saat sorulsa saat varmış gibi koluna bakar ve “Beş buçuk” derdi. Bu lâkap oradan geliyordu.
(Onbir Yusuf öldü, Allah rahmet eylesin. Beş buçuk Ahmet’i bilemiyorum. Yaşıyorsa Allah uzun ömür versin, öldüyse rahmet eylesin).
Ahmet, Yusuf’un aksine sinirli bir yapıya sahip değildi, çok sakin bir adamdı.
Yusuf, Ahmet dediğime bakmayın; bizden en az 25 yaş büyük olmalılar.
Mahallemizin bir de mecnunu, zavallı bir kadıncağız vardı. Adı Melahat ya da Meliha’ydı. Ortalarda amaçsızca gezinirdi.
Yusuf ve Ahmet’in çingene mahallesinde aileleri, evleri vardı. Bu gariban nerede kalırdı biz çocuklar hiç bilmezdik.
Bu kadıncağıza “Melluş” ya da “Melluh” diye seslenirdik.
Tanıdığım hiçbir çocuk bu bahsettiğim 3 kişiye de asla kötü davranmadı. En azından ben böyle bir şeye şahit olmadım.
***
Tüm çocuklar apartmanın altında sürekli bir oyun hâlindeydik. Aklıma gelenler, biz 3 kardeş; Selma, Süreyya, Mehmet, Halûk, Haldun, Neşe, Seden, Vakur. Çingene Mahalle’sinden bu oyunlara çocuklar katılır mıydı pek emin olamıyorum.
Apartmandan yaklaşık 50 metre yürüyünce ana caddeye çıkılırdı. Caddeden sağa, batıya doğru gidildiğinde 100 metre sonra Kız Enstitüsü’ne ulaşılırdı. Onun hemen karşısı da kışlaydı. Bayılırdım kışlaya ve nöbet tutan askerlere.
Kışlanın yanından geçerken pencerelerden içeri bakardım, özellikle subay görürsem çok sevinirdim.
O yaşta tüm rütbeleri Sultan Teyze’nin lisedeki oğlunun Millî Güvenlik kitabına baka baka öğrenmiştim.
Kışlanın karşısında Yosun Pastanesi vardı ama sanırım 1975 yılı civarı açılmış olmalı. Milföy ve tuzlu kuru pastasının lezzeti kalmış aklımda.
Yosun’un hemen arkasında Ahmet Dayı’mlar bir apartmanın giriş katında otururlardı. Evin kuzey tarafında küçük bir bahçesi vardı. Salon ön/güney tarafta, oturma ve yatak odaları arka/kuzey taraftaydı.
Yosun’un yanında bizim Sabahat Abla’nın kocası Mehmet Abi’nin (Mehmet Aranmış) terzi dükkânı vardı. Biraz ilerisi TRT Sokağı’ydı.
(Mehmet Abi de vefat etti. Allah rahmet eylesin.)
Apartmandan caddeye çıkıldığında tam karşıda Şeytan İbrahim’in bakkal dükkânı vardı. Biz ondan alışveriş yapmazdık. Daha sonra TRT Sokağı’nın yukarısına, Mersin Hamamı’nın çapraz güneyine taşındı.
Caddenin solunda bir bakkal daha vardı. Adı hiç aklımda kalmamış. Ondan incecik plastikten yapılmış küçük bir kâsede satılan bir şekerleme alırdık. Bu güzel şekerlemenin üstünde şekerli sert bir tabaka, altında leblebi tozu olurdu. Yanında da küçücük plastik bir kaşık verilirdi. Ayıla-bayıla yerdik. O ne lezzetti anlatamam.






Yorumlar
Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın